Ayşe İlker hocamız fazla bekletmedi
bizleri. "Def ve Mendil" adını verdiği hikâye kitabıyla buluşturdu. Ayşe İlker,
17 hikâyeden oluşan bu yeni kitabında sanki haddeden geçmiş bir nezaket
inceliğinde bir üslupla Türkçe'nin doyumsuz tadına varacağınız bir yolculuğa
çıkıyorsunuz. Bir okur olarak bu kitabında Türkçe'nin söz varlığının gücünü her
bir hikâyede görebiliyorsunuz.
Özellikle "Uzay ve Kelimeler"
hikâyesinde yazarın sözle dansını, dil marifetini net bir şekilde tespit
edebiliyorsunuz. "Kelimelerin
ışıltılarını görebilirim. Elmas ışıltılı bir kelime değildir mesela. Kıymetli
bir taş; evet, kabul ediyorum ama kelimede ışıltı yok. Yıldız ve ayda söylerken
bile bir ışık var fark edebiliyor musun? Işıltıları, senin düşünce ve
cümlelerinden eksik etmediğin ışık hızıyla yarışabilir. Işık hızıyla
yarışabilecek başka bir şey de sözlerin bize çarptığı andır."
Ayşe İlker hocamızın bir hikâyeci
olarak farkı; bir Türkolog olarak yıllardır dil üzerinde çalışmalarının
getirdiği uzman bakışının ayrıntıda ve seçicilikte içeriğe ve üsluba
yansımasıdır. Cümlelerin sözle birlikteliğinde ayrıntı, seçicilik ve itina
kendini belli etmektedir. "Uzay ve Kelimeler" hikâyesi dışında "Fındıklı
Kurabiye veya Kelime Tahlili: Hangisini İstersiniz?", "Olay Yeri" hikâyelerinde
de belirgin bir şekilde gördüğümüz akademisyen ve yazar bakışının ortaklığını
hikâyelerde yer alan sözcük seçimlerinden, cümle kurgularından hatta açık açık
ifade ettiği cümle, kelime bağlamlarından anlayabiliyoruz.
Yazarın hikâye kurgusunda gerçek
hayatından düşşel kurguya taşıdığı bu birlikteliği "Kalem: Anne Derse!"
kitabında net bir şekilde görebiliyoruz. "Evlat, Eş, Anne ve Uzman" olma
hâlleri özelikle "Def ve Mendil" kitabında Ayşe İlker üslûbunun kendine has
farklılıklarını ortaya çıkarıyor. Yazarın bu geçişleri bir okur olarak sanki
kelimelerin hem anlam hem de üslup bakımından sayısal bir işleme tabi tutulup
çözüme ulaşıldığı andaki hazza sahip olmamızı sağlıyor.
"Ben, sizler gibi tabaklara, bardaklara
'hoh'lamıyor, seramik ve porselenleri bir dümen gibi tutamıyorum.
Gözlerinizdeki renk kabartıları, benim gözlerime hiç gelemiyor. Çünkü ben hep, kabarmak fiilini düşünüyorum." (Fındıklı Kurabiye veya Kelime Tahlili:
Hangisini İstersiniz?-90) " 'Yeğinobalı' levhasını görüyorum. Nihal hanım
'Yeğinobalı' soyadını babası burada doğduğu için kullanıyor. Yeğen/yeğin ve
sonra Göktürkçe'deki yigün'ü
düşünüyorum." (Olay Yeri-107)
"Hayatımda gözümün altındaki morluklardan başka bir gözaltı düşünmediğim için
bunun ne anlama geldiğini ne kadar vahim olduğunu kestiremedim." (Çelik Bileklik-113)
Def ve Mendil'de dikkatimizi çeken bir
hikâye kitabı olarak içeriğinde kendi içinde bağımsız konulara sahip hikâyeler
olmasına rağmen hikâyeleri birleştiren anne/kardeş/evlat/eş/sevgili/komşu hangi
karakterde olursa olsun kadının bakışındaki inceliği ve derinliği
hissedebiliyorsunuz. Bunu her hikâyede üç boyutlu bir gözlem altında fark
edebiliyorsunuz.
Kitaba adını veren "Def ve Mendil"
hikâyesinin kahramanı Zinet sizi bir hikâye formatının ötesine taşıyabilir.
Hikâye formunda Zinet bir senaryoya, bir romana kahramanlık edebilir. Aile
baskısıyla kendine ait bir yaşama alanı bulamayan Zinet'in Halit Ziya Uşaklıgil'in
"Ferhunde Kalfa"sından Nazan Bekiroğlu'nun "Mücella"sına benzerliği hikâyenin
sonunda Binnabi'yle mendilden defe geçisi bir değişime de vurgu yapıyor. Yazar
evde kalmış, ailesinin karar verdiği bir hayata mahkum Zinet'e hiç beklemediği
bir anda bir karar alma özgürlüğü tanıyor. "Ömrümün
böyle bir günü de olacakmış demek ki" İşte bu cümle ile Zinet, eğilmeye
mahkum olan sırtını dikleştirip başka dünyalar görmek adına yepyeni bir
maceraya atılıyor.
Kitapta yer alan bütün hikâyeler
okundukça kendi içlerinde okurla bağlarını hemen kurup sizi etkisi altına
alıyor. "Sınırdayız" hikâyesi kitabın en bağımsız hikâyelerinden biri. Güney
sınırımızda vatanları ve özgürlükleri elinden alınan insanların olağanüstü bir
çabayla hayata tutunma mücadelesine tanıklık ediyoruz. "Tozun, barutun, tankların, tüfeklerin, dipçiklerin her şeyi karaya ve
kana buladığı yollarda adamlarla göz göze gelmekten, kımıldamaktan, kıymetli
eşyalarının eksilmesinden, yiyeceklerinin alınmasından korkarak, izzetlerini
kaybetme endişesiyle büzülerek, itilip kakılarak aldıkları hırıltılı, uğultulu
mesafeler." Telafer'de ailelerini kaybeden ve Türkiye'yi vatan belleyen
Kerime, Ceran ve Zara adlı üç kız kardeşin kurtuluşuna şahitlik ederken bu
kurtuluşun bir mucizeye tanıklık olduğunu da anlayabiliyoruz.
Kitapta yer alan dikkat çeken diğer
hikâyemiz ise Gördes'in Yunanlılar tarafından işgali sırasında yaşanan mezalimi
anlatıyor. "Duman Rengi" adlı hikâyede hayatları savaşların acımasız
karanlığında geçmiş üç hatta çocuklarla dört nesli bir arada barındıran bir
ailenin kadınlarının yaşadıkları anlatılmış. Yunanlıların kasabalarına
geldiğini duymalarıyla evlerini, mallarını ve de en acı vereni yatalak
büyükannelerini geride bırakıp kaçışları ve Yunanlıların çekilişinden sonra
evlerine döndüklerinde tanıklık ettikleri vahşetin derinliği okuru etkiliyor. "Gülsüm kadının bedeni, çiftliğin dışına
sürüklenmiş; giysileri paramparça olmuştu. Koyunların bazıları içlerine sıvı
zerk edilmiş gibi şişmiş, bazılarının postları kumaş yırtılır gibi
yırtılmıştı."
"Evde" hikâyesinde matematik öğretmeni
Saliha'nın yaptığı resimlerle arkadaşı Akile'ye dolayısıyla hikâye okuruna
hayattaki asıl iş'in 'bakanların kendi
gökyüzünde yol almayı' öğrenmek olduğunu işaret ettiğini anlıyoruz. "Bitti
mi?" hikâyesinde günümüzde yaşanan kadın-erkek ilişkilerinde iletişimin 'kelimeler
havı dökülmüş, giyilmekten eskimiş bir hırka'ya benzetilmesi epey
düşündürüyor. Kendini anlatamayan ya da duygularını tam anlamıyla yaşamayan
bireylerin içine düştükleri çıkmazlar sergileniyor. "Sessiz Sızı" hikâyesi
hızını alamayan apartmanlaşmanın tükettiği geçmişe dair artık masala dönüşmüş
bahçeli, müstakil evlerin kimliğinde ninelerin, dedelerin ve büyük ailelerin
ten dokusundan ruhuna işleyen hasletlerin de yok oluşuna tanıklık ettiriyor.
"Bedrosman" hikâyesinde kahramanların ağzından
"Adlamızı değiştirdile bilyosunuz,
değiştirmeyenleri de Belene'ye sürdülerdi o zamannada." Bulgaristan'da
zulüm gören soydaşlarımızın Türkiye'ye göç sırasında yaşadıkları sıkıntılar
yanında Türkiye'deki yeni hayatlarına dost ellerin uzanışıyla nasıl ayakta
kaldıkları anlatılıyor. Özellikle bu hikâyede Bedriye ve Osman'ın kendi
ağızlarında konuşmaları okurla aralarında sıcak bağ kurulmasına vesile oluyor.
"Sıcak" hikâyesi geçim derdinde çalışan
bir ailenin oğullarının simit satma isteği ve simit satışında gösterdiği
başarıya rağmen "sıcak" kelimesiyle dürüstlük üzerinden yaptığı iç mücadele
hala var olan "onur"a tutunmamızı sağlıyor. Dürüstlük teması üzerinden
kurgulanan benzer bir hikâye "Oyuncu"; günümüzde yaşadığımız toplumsal bir
soruna dikkat çekiyor. İşini severek ve dürüstlükle yapan bir teknisyenin
çocukları için tehlike gördüğü bilgisayar oyunları üzerinden düşünerek
tasarladığı Türkçe yazılımın hikâyesi karşımıza çıkıyor. Hikâye kahramanımız bu
düzenin insanı olmama mücadelesi sonucunda karşılaştığı insanlara "İnsafsız Oyuncu" ismini veriyor.
Bu hikâyelerin yanında yazarın kadın
gözüyle anlattığı hikâyelerde deneyimleri, gözlemleri özelikle anahtar cümleler
yoluyla vermek istediği mesajlarla birer slogana dönüşüyor. "Temiz Yük"
hikâyesinde 'Kadının bezle mücadelesinden
erkeklerin haberi yoktur.', "Çocuk Yaptık" hikâyesinde, 'E olur çocuğum
şimdiki gençler hep hasta!', "Fındıklı Kurabiye veya Kelime Tahlili:
Hangisini İstersiniz?" hikâyesinde 'Benim
bir günüm bile yok, kırk yaşıma
geldim hâlâ bir günüm olmadı.'
Olay Yeri" hikâyesinde 'Kriz bir
yerlerdeydi beynimde, kalp pompamda. Gözlerimde ve bakışlarımdaydı belki.
Aklımın tetiğini dibe çeken, gözümün nurunu karartan bir şey.' Bu cümleleri
takip ettiğimizde hikâyelerin okuru asıl götürmek istediği yerlere de ulaşmış
oluyoruz.
"Def ve Mendil" kitabında diğer
hikâyeler ile arasında epey farklılık olan ve yazarın anlatım tekniği olarak
yansılama ve bilinç akışı tekniklerinden de faydalandığı "Namo Arat" adlı
hikâyeyi ayrı bir yere koyalım. Yazar burada bir Türkolog olarak alanında isim
sahibi olmuş Reşit Rahmeti Arat'ın anılarından yola çıkarak bilinçaltı yoluyla
başka bir hikâyeye götürüyor okuru. Bu hikâye bir sempozyumdaki bildiriden yola
çıkarak elde edilen bir kaynak veride rastlanan tarihî bir kayda yazarın
dünyasında kurgulanmış bir hikâyenin doğuşuna kaynaklık ediyor. Reşit Rahmeti
Arat'ın Türkistan yolculuğu ve edebiyatımıza kazandırdığı kaynak eserleri
takdir eden Mustafa Kemal Atatürk'le tanışması ve yaşadıkları yazarın da okuru
düşsel bir yolculuğa çıkarmasına vesile oluyor. Asırlar öncesi bir eserde Eski
Türkçe'de yer alan ve "hürmet" anlamına gelen "namo" sözcüğü ile Atatürk'ün
ilgilenmesi ve kullanması Ulu Önder'in Türklüğe ve dile olan sevdasına dikkat çekiyor.
Def ve Mendil, hikâye kitabı olmasının
ötesinde Ayşe İlker'in okuruna armağan ettiği bir kırk ambar sanki. Okuduğumuz
her hikâyede farklı bir içerik ve işlek bir üslubun eşliğinde kitabı bir
solukta, zevkle okuyoruz.