Türkiye
kendi kendine yetebilen bir ülkedir, söylemi ile büyüdük...
1950'li
yıllarda Türkiye'nin nüfusu 25 milyon civarında idi.
1950
yıllarının başında Türkiye'de kadastro çalışmaları başladı.
Hatta
kadastro çalışmalarının kalitesini arttırmak için, 1950 'li yılların başında
İstanbul Yıldız Teknik Okulunda Harita - Kadastro Mühendisliği bölümü açıldı.
Türkiye'de
mühendis ve mimarların, odalar kurmaları da 1954 yılında mümkün oldu.
1960
yılına kadar Türkiye'de kadastro çalışmaları grafik diye adlandırılan kabaca
kadastro çalışmaları ile yürütüldü.
27
Mayıs 1960 dış kaynaklı askeri darbe yapıldıktan sonra, darbecilerin
oluşturduğu mecliste "Toprak Reformu Ön Tedbirler" yasası çıkarıldı.
Bu
yasanın adından da anlaşılacağı gibi darbe hükümetleri Türkiye'de toprak
reformu yapmak istiyordu.
Ancak
bu yasa toprak ağalarının mülklerine hiç dokunamaz iken, elinde mendil büyüklüğünde
arazisi olan insanımızın tarlasında çalışıyordu.
Bu
yasaya göre bir köylü zilyetlik ile bir araziyi kullanıyor ve bu arazi 20
dönümden fazla ise, 20 dönümden fazla olan miktarlar "miktar fazlası"
adı altında Maliye Hazinesi üzerine tescil ediliyordu.
Böylece
köylünün geçimini sağlayan toprakların bir kısmı elinden alındığı için, köylü
tarımla geçinemez konuma düşüyordu.
Bir
de bu uygulamaya nobran bir Hazine Avukatının tavrını ilave ederseniz, köyde
geçinemeyen insanlarımız büyük şehirlere göçerek, şehitlerimiz gecekondular ile
adeta işgal ediliyor, şehirler köye dönüşüyordu.
İstanbul'u
böyle kaybettik ve bugün nüfusu 20 milyonu buldu, koca bir köye dönüştü.
Böylece,
köylerdeki topraklar tarımın dışına itilmiş oluyordu.
Zeytinlikler
de " Kayalık, taşlık ve tarıma elverişli arazi değil " gerekçesi ile
zeytinlikleri oluşturan köylüden alınıp, hazine adına tescil ediliyordu.
Zeytin
ağaçlarının yetiştiği araziler, tarım arazisi kabul edilmiyorlardı.
Bu
uygulamalar, birçok ailenin parçalanmasına ve acı olayların yaşanmasına neden
oldu.
Hiç
bir kimse, hiç bir kurum beş kişilik bir ailenin kaç dönümlük bir arazi ile
insanca yaşayabileceğini hesap etmiyor idi.
Emir
yüksek yerden geliyordu.
Darbeler
dönemi olarak adlandırdığım 1960 - 2000 yılları arasında insanlarımız, âdeta
büyük şehirlere göçü teşvik edildi.
Böylece,
Anadolu'nun semiz bereketli toprakları sahipsiz kaldılar, tarımın dışına
itildiler.
Bu
konular Türk mühendis ve Mimarlar Odalarının yeteri kadar gündemine gelmedi ve
Türkiye'nin gündemine taşınamadı.
Odalar,
üyelerinden proje onama parası ile odaya kayıtlı olduğuna dair makbuz vermekten
ileri gidemediler.
Geldik
bu günlere.
85
milyon nüfusumuzun yanında, her sene ülkenizi ziyaret eden 30 - 40 milyon
turist ile 6 milyon sığınmacı ile karşı karşıyayız.
Yani
120 - 130 milyon insanı doyurmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Ayrıca
bu günlerde, dünyanın buğday ihtiyacının 1/3 'nü karşılayan Rusya ve
Ukrayna'nın savaşa tutuşması Dünya'nın açlık tehlikesi ile karşı karşıya
kalmasına neden oldu.
Tüm
bunların, sinsi bir projenin uygulanması olarak kabul ediyorum.
Türkiye
olarak, sahipsiz kalan tarım arazilerinin zeytin, ceviz, bağ, fıstık çamı,
harup ve ahlat basta olmak üzere bir çok ağaç türünün yetiştiği alanlarımızı
tarım üretimine açmalıyız.
Zeytin,
ceviz, bağ, harup, fıstık cami, ahlat gibi ağaçlar bu toprakların çok sevdiği
ağaç türleridir.
Türkiye'nin
iklimi, havası, güneşi ve yağmuru bu ağaçlar için, ideal bir ortamı
oluşturmaktadır.
Darbeler
dönemi olarak adlandırılan dönemde çıkarılan tuzak yasalardan ülkemiz
kurtarılarak insanlarımızın gelecekleri garanti altına alınmalıdır.
Açlık
hiç bir şeye benzemez ve nükleer tehditten daha beterdir.
Anadolu
150 - 200 milyon insanın, insanca yaşaması için gereken potansiyele sahip bir
yarım adadır.
Topraklarımızın
ve "taşlık kayalık" diye burun kıvrılan alanlarımızın kıymetini
bilelim ve bu büyük potansiyele devlet ile halkımızın el birliği ile
ulaşabileceğimizi hiç unutmayalım.